18 Nis 2012

Yine dört nala saçmaladı düşüncelerim..

Yoğun bir temponun içerisinde kendime armağan ettiğim gece keyfim de kalmadı bu aralar. Geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalınca neredeyse bir kahve keyfiyle sınırlı kaldı... garip bir bağımlılık işte.. olmadığında var etmek için her yol denenen bir bağımlılık.. olduğunda ise çabucak tüketilen bir bağımlılık.. hep daha fazlası olsun istenen bir bağımlılık..

Kaç gündür uzun süredir olmadığım kadar sokaklardaydım.. uzun süredir görmediğim kadar çok insan gördüm.. uzun süredir dinlemediğim kadar çok piyasa dedikodusu duydum.. Piyasaların hali ne olacak konusu herzamanki klişeydi konuşmalarda.. hep merak ederim bu aralar piyasalarda hiç mi iyi bir şeyler olmuyor.. hoş olsa bile konuşmaya değecek konular değil.. dedikoduyu baldan tatlı eden, olumsuzluklar yaşayan örnekler üzerinden sürdürülen konuşmalar değil midir..  Hani kendi hayatımızda herşey çok düzgünmüş gibi, o günkü menüde kimler varsa, onları eleştirmek, yaptıkları yapamadıkları üzerinden ahkam kesmek her nedense çok zevk verir insanlara ama üzülmüş gibi de yapmak ihmal edilmez.. o yüzden genelde çok da önemsemem konuşulanları.. bazen de çok eğlenirim kendi kendime, konuya kendimizi nasıl kaptırdığımızı görerek.. sanki o masada bir ameliyat yapılıyor da sorunlu organ alınacak sonra bir dikiş atılacak ve hastalık iyileşecek gibi, son derece ince detaylarla tartışmalar, konuşmalar sürdükçe.. oysa masadan kalkıldığı anda her şey ya unutulacak, ya da işleyen dedikodu mekanizması ile daha fazla insana yayılmak üzere hafızada bir yerlere saklanacaktır...


Bugünlerde ise, gündeme oturan örneklerin sayılarının artması ve artmaya devam ediyor olması ürkütmeye başladı beni.. falanca şirket olmaktan çıkıp da falanca şirketler, filanca kuruluşlar diyerek hızla yükselen sayılar... çocuklara kötü muamele eden tek bir öğretmen yerine, okuldaki öğretmenlerin yarıdan fazlasının çocuklara kötü muamele etmelerinden bahsetmeye başlamak gibi veya çocuğumuzun bir arkadaşının uyuşturucu kullanmasından bahsetmek yerine, arkadaşlarının çoğunun uyuşturucu kullandığından bahsetmeye başlamak gibi...

Şirketler birer birer batıyorken bazıları bir güneş gibi doğuyor ve evrene ışık saçacak kadar göz kamaştırmaya başlıyor.. Küçüklerin yitirdiği her şeyi bünyelerinde toplayarak.. Üstelik  tekelleşmenin neredeyse bütün ülkelerde yasak olduğu iddia olunan bir dünyada..

Reklam sektörüne takıldı durdu kafam dinlerken piyasa dedikodularını.. bu sıralar yıldızlarının parlıyor olması gerek diye düşündüm... satışları düşen firmalar, kapılarını aşındırıyor olmaları gerek diye düşündüm.. zincirleme reaksiyonlarla ünlülerimizin kapıları da sürekli çalınıyor olmalı diye düşündüm.. En kolay yöntem bir ünlüyü reklamlarda  kullanarak hayranlarını peşinden sürüklemek.. onun reklam gereği yaptığını yapmaya..


Reklam ticari hayatın en önemli unsurlarından birisi.  Reklam sayesinde ürünler, markalar veya kişiler ünlenirler..



Mesela.. köşedeki bakkalda bir hafta boyu Kıvanç ile Azra servis vereceklerse... sonraki hafta Hülya Avşar ve Helinciği.. sonraki hafta Şevval Sam ve Leman Sam..
Mesela.. yolun sonundaki küçük lokantada Cansu Dere bütün hafta garsonluk yapacaksa.. sonraki hafta Kibariye.. sonraki hafta Beren Saat..
Mesela.. bizim şu kırk yıllık elektrik malzemeleri satan dükkanda haftanın üç günü Cem Yılmaz, diğer üç günü de Beyazıt Öztürk..
Mesela bizim manavdan her yüz 100TL alışveriş yapan için Sezen Aksu bir şarkı yapsa bir hafta boyu..
Mesela Cem Yılmaz elektrikçide çalışsa ve tamire gelse çağırana...bir hafta..
Mesela Okan Bayülgen bizim kitapçıda çalışsa bir hafta boyu..


Bütün bu ünlüleri görmek, bir imza almak, saçından bir tel almak, bir kare resimde beraber olmak, bir konserinde yakınından geçerken dokunabilmek, bir maçın sonunda terli formasını almak uğruna çıldıran bu insanların ayakları bizim mahallenin küçük esnafına doğru gider miydi...?? 


Düşüncenin sınırı yok ya.. düşündükçe fazlası geliyor.. ama hayal tabii ki çünkü onların bu ünlülere ödeyebilecekleri kadar reklam fonları oluşturmaları olanaksız..


Mesela vergi dairesinde bir ay boyunca ünlüler geçidi olsa.. bir gün Başbakan Erdoğan, diğer gün Cumhurbaşkanı Gül, diğer gün Kılıçdaroğlu, diğer gün ...  işlemleri yapsa... 
Vergi dairesine ayakların uğraması nasıl olurdu?


Van  depreminden sonra, televizyonlarda sözler verip de yerine getirmeyen iş adamlarımıza denseydi..  bu-şu miktarlar arasında bağış yaparak makbuzunu getirenler arasından bir kişi ve ailesi bir hafta boyu Başbakan Erdoğan'ın evinde misafir kalacak.. bu-şu miktarlar arasında bağış yaparak makbuzunu getiren kişi ailesiyle beraber bir hafta boyu Cumhurbaşkanı Gül'ün evinde misafir olacak.. Rahmi Koç'un, Eczacıbaşı'nın, Bill Gates'in, Obama'nın... Van depremi için ne kadar gerçek bağış toplanırdı?


Bu noktaya nasıl geldik? Tek başına reklamcılar mı bunun sebebi... Hani her bir şey için onların kapısına gidilsin diye mi? Ama şöyle bir tarihçesine bakınca, hele de ülkemizde, reklam sektörü aslında çok yeni.. bizim iş adamlarımız reklama verilen parayı daha düne kadar çöpe atılmış sayıyordu..


Derken ne olduysa oldu.. ve bir reklam çılgınlığı aldı başını yürüdü..reklamlara ayrılan fonlar büyüdükçe büyüdü..  


Ve her şey iyice iç içe geçti.. Öyle ki bir çok marka reklamlarda kullandıkları kişileri ünlü etti.. Bir çok ünlü de markaları ünlendirdi.. Gündemde kalmayı sürekli kılmak adına daha fazla reklamlara ihtiyaç duyuldu..


Sonuç.. hiç kullanılmayan bir sürü şey alınıp bir köşeye atılır oldu.. daha senesi dolmadan bir sürü şey yenisiyle değiştirilir oldu.. Borçlar neredeyse bulutlara erişir oldu.. 


Üretim fazlalığı mı, rakiplerin çoğalması mı, daralan piyasalar mı, insanların doğası gereği mi..? Nedir bu reklam ve tüketim çılgınlığı, ünlü isim olma ve ünlü isimlere yakın olma çılgınlığı.. Açıklamaya yetmiyor dağarcığımdaki tüm bilgiler ne kadar zorlarsam zorlayayım kafatasımın içinde bir yerlerdeki gri hücrelerimi..


Üff yaaa.. daha fazla düşünmek istemiyorum.. en iyisi güzel bir müzik dinleyerek gecenin keyfinde kitap okumak...


21 yorum:

  1. Bu reklam konusunu çok iyi anlatan bir film izlemiştim.Otobüs yolculuğunda önündeki küçük tv den rastgele seçtiğim bir filmdi o yüzden ismini hatırlamıyorum ama bu konuyu reklam çılgınlığını ve dökülen paraları çok iyi anlatmıştı.Marka tutkunu olmamızda beni çok rahatsız ediyor.Birde insanlar artık kendi reklamını yapmak peşinde.Git gide artacağını düşünüyorum.Öğretmenlik mesleği bile o hale geliyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Öğretmenlik mesleğini zorla oraya doğru ittiler... maalesef.. ve bu beni gerçekten çok üzüyor ..

      Marka tutkunluğunun ipe sapa gelir tarafı kalmadı.. mantık ötesine geçti.. inanamıyorum duyduğum gördüğüm bazı şeylere..

      Sil
  2. Filmi buldum.99 francs mış adı.:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bu filmi biliyorum .. gerçekten de seyredilesi bir film.. teşekkür ederim paylaşımın için.. postu yazarken hiç aklıma gelmemişti.. iyi ki hatırlattın..

      Sil
  3. unlu olanları ızlıyerek dınlıyerek meshur edenler bızlerız aslında
    sonra onlar ıdolumuz halıne gelıyor ve reklam yaptıkları urun bıle ılahhh oluyor...
    bende marka olayına karsı duran bır tıp olmusumdur her zaman...
    keske cahıllıgın onune gecılebılecek reklamlar yapılsa bunca unlu ıle :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. keşke yapılsa.. as yapılanlar var bu anlamda ama diğerleri kadar yoğun değil belki o yüzden pek de dikkati çektikleri söylenemez..

      Sil
  4. Bende bir yazı reklamla ilgili. Yani sevdiğim, sevmediğim reklamlarla ilgili. Yayına girmeyi bekliyor. (:
    Bilmiyorum, bana öyle ünlülü reklamlar cazip gelmiyor. Mesela Seda Sayın'ın son reklamı. Niye Seda? Güvenilirmiş sözde. Pehh...
    Ben izlemeyi seviyorum, bir kısmını. Çoğu zaten saçma. Hatta saçma ötesi oluyor. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. reklamcılık açısından muhteşem eserler var.. sektör gerçekten büyük gelişimler kaydetti.. ünlülerin olmasına da itirazım yok eğer yapılmış olan kaliteli bir iş ise..

      ama kalitesizlik çok var.. ötesinde bu kadar aşırı bir reklam bombardımanı gerçekten iyi mi? firma ve izleyici için?

      Sil
    2. reklamla ilgili yazını da merakla bekleyeceğim eminim o da diğer yazıların gibi çok güzel olacaktır.. bu ara fırsat bulup doğru dürüst blog okuyamadım gecikmeli okuyorum ama mutlaka okuyorum seni..

      Sil
  5. Önemli olan bir malın gerekli ya da gereksiz olması değil; bir malın doğru reklam stratejisiyle haddinden fazla pazarlanabilmesi.. REklam sektörü bu amaçla hareket ediyor maalesef. İhtiyaç olmayan şeyler çok matahmış gibi gösterilip pazarlamnoıyr. Biraz da insanın içindeki hırs, fazlasına sahip olma hırsıyla körüklenince ortaya bu sonuç çıkıyor. Bu sene aldığım bir derste vardı bunun örneği :(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. çok yerinde bir tespit.. Maya sana zahmet olmazsa kendi sayfanda veya burada bizimle paylaşabilir misin bahsettiğin örneği? Reklamların yönlendirmesi bana çok ilginç gelir her zaman.. derste dediğine göre bu konuda bilgin olduğunu düşünerek.. teknik olarak siyasi yönlendirmelerin de, yaşam biçimimizin de reklamın başarısıyla orantılı olduğunu söyleyebilirmiyiz diye sorabilir miyim sana..?

      Sil
  6. Para kokan ve her on dakikada bir karşılaştığım sıkıcı, itici reklamlardan nefret ediyorum. İzlediğim program reklama girince tvyi mute ediyorum artık. Bir de programların sesi o kadar kısık ki reklam başlayınca ev yıkılıyor, sırf gürültü kirliliği ve reklam için harcanan onca malzeme nedeniyle çevre sorunu. Beş dakikada bir reklama giren diziler de insanı sinir hastası ediyor resmen. Arada bir güzel reklamlar da oluyor hani sırf para kokmayan eğlenceli olanlar ama onlar da çok az. Ayrıca hepsi bir çeşit beyin yıkama metoduyla çalışıyor, kendi ürünlerini satabilmek için oldukça gizli(ya da açıktan) göz boyama yöntemleri var. Kardeşlerime falan reklam izletmiyorum artık ben...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. kalitesi düşük olanlar yüzünden kaliteli olan reklamlar da seyredilmez olmamalı ama pgramlar arasına giren aşırı sayıdaki reklam kuşağı insanı soğutuyor. Reklamın amacı zaten allayıp pullayıp tüketime teşvik etmek.. o amacına uygun davranış sergiliyor.. sorun bizlerde.. biz neden çılgın gibi yönlendirmelere ayak uyduruyoruz.. genel olarak-toplum olarak..

      Sil
  7. Ünlülerin reklamlarda oynamasına da karşıyım. Güvenilirlikleri zaten şüpheliyken çıkıp reklam yapmaları iyice itici oluyor. Ayrıca kendilerini kullandırmışlar gibi oluyor. Sevdiğim bir ünlü bile olsa bir reklamda gördüğümde soğuyorum birden :/

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. o kadar da soğuk bakma lütfen.. ba bazı reklamlar son derece kaliteli oluyor ve batmıyor ama bir çoğunda keşke oynamasaydı diye düşünüyor insan.. bülentülent ersoy'un son reklamı gibi.

      Sil
  8. Öncelikle müzik için teşekkür ederim. Hayal etmenin sonu yok :) bizim sorunumuz şu, bir türlü adam gibi nesil yetiştiremediğimiz için görgüsüz, hırbo bir çok insan türettik, dağarcıkları o kadar sığ ki, paralarını bile nasıl yiyeceklerini bilmiyorlar :))

    YanıtlaSil
  9. Bir şey değil.. çok sevdiğim bir parça ve sevdiğim bir sanatçı.. sevdiğine sevindim..
    çok haklısın.. beceremedik doğru dürüst bilinçli nesiller yetiştirmeyi..özürlerimizin hiçi birisi de bence gerçekleri yansıtmıyor..

    YanıtlaSil
  10. reklam ve tüketim çılgınlığı.. insanın insanlığından uzaklaşması. daha fazla tüket daha fazla kazan. bunun için başka insanlara canlılara doğaya zarar vermen gerekse bile umursama.. artık gözde olan kültür bu. ne yazık ki..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ne güzel özetlemişsin.. peki ne yapmalı da dizginlemeli? kimi neyi nasıl dizginlemeli?

      Sil
    2. valla ben sizin gibi çok umutlu değilim. sizin gibi birisi başımıza diktatör olursa ancak düzelir.. yoksa zor.. 500 yıl önce Montaigne gibi birisi Fransada Belediye başkanlığı, parlemontada üst düzeyde görevlerde yeralabiliyor. 500 yıl önce.. bazan demokrasi en güzel yönetim mi gerçekten diye düşünesi geliyor..

      Sil
    3. :)) çok güldüm akşam yorgunluğumda iyi geldi..
      Ben şu diktatörlük meselesini bir düşüneyim...:)

      aslında sistemlerin adının ne olduğu değil.. sistemleri işleten bireylerin ne oldukları o sistemin başarısını ve toplumların refah ve huzurunu belirler..

      adı demokrasi bile olsa kudreti elinde tutan erkler diktatörlük kavramının çağrıştırdığı bir yöntem ile ülkeyi yönetiyorlar ise adı demokrasi bile olsa pratikte rejim farklı demektir.

      Ancak, demokratik bir gelenek oluşursa ve bu kültür oturursa işte o zaman yötimdeki erkler içlerinden geleni değil sistemin gereğini uygulamak zorunda kalır..

      sözün kısası; yönetimler halkın kendisini layık bulduğu şekilde çalışır.

      İş böyle olunca beni asla seçmeyecekler demektir.. darbeye de ben karşıyım. Napcaaz şimdi?..!!:::))

      Sil

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...